Kütüphanedeki Kadınlar (VI. kısım)


XIII.

Üst üste gelen telefonlar canını sıkmış olmalıydı İonnis’in. Biri nihayet kitabın peşine düşmüştü herhalde. Kim bilir kaçıncı telefondu bugün aldığı… Bilgisayardaki kütüphane kataloğunun şifresini kimlerin bildiğini soruyorlardı. Normalde katalogda görünmemesi gereken bir kitap için, sanki uluslararası hukuk kütüphanesindeymiş gibi bir not düşüldüğünü söylüyorlardı.

İrini güzel kızdı, kapkara, koskocaman gözleriyle baktığında erir giderdiniz karşısında. Etli dudaklarını mı, kara gözlerini mi arzuladığınızı unuturdunuz. Size kim olduğunuzu, nerede olduğunuzu unutturan bu güzel, kendisi bir kitabı unutmuş, kaybetmiş çok muydu? Belki on yıl yirmi yıl hiç kimsenin gelip sormayacağı bir kitap için bu güzelin canı mı yansındı? Üniversitenin bilgisayar teknisyenlerinden biri olarak, kataloglama işleminin yapılmadığını bildiği kütüphanelerden birindeymiş gibi gösterirdi kitabı. Bu kütüphanede kataloglama yapılmadığından numara vermesine de gerek kalmazdı. Hiç kimse binlerce kitabı tek tek gözden geçiremeyeceğine göre, kitabın uluslararası hukuk kütüphanesinin raflarının arasına sıkışıp kaldığı düşünülürdü nasıl olsa? Kütüphane görevlileri de bütün kitapları ezbere bilemeyeceklerine göre… Önümüzdeki yıllarda orada kataloglama yapılırken kitabın kayıp olduğu çıkardı belki ortaya, ama o zamana ne İrini kalırdı kütüphanede ne de İoannis bilgisayar servisinde… Belki ikisi el ele…

Böylece, kütüphane bilgisayarından e-maillerimi okumamı göz ardı etmesinin ardından bir kere daha sırdaş olduk İrini ile… Bu kez ben saklayacağım onun sırrını… İnsana suç işletecek kadar güzel bir kütüphane görevlisinin sırrını…

Kütüphanedeki Kadınlar (V. kısım)



XI.

Sonradan gelen görevlinin gelişiyle her şey normale döner sanmıştım. Kapı artık gıcırdamaz, olur olmaz telefon çalmaz, masada ders çalışıyormuş gibi oturuyorlarsa da kütüphaneye kafe muamelesi yapan gençlerden kahkaha yükselmez… Ama daha önemlisi, yeni gelen görevli kitabın kütüphanede olup olmadığını anlamak üzere katalogları tarar, benim iki gün önce bilgisayardan arayıp bulduğum gibi, kitabın bu kütüphanede olması gerektiğini hemen fark eder ve gidip kitabı getirir… İşimi, ilkine göre daha makul daha genç daha güzel görünen bu yeni görevlinin devralmasına sevinmiştim dolayısıyla. Yirmili yaşlarının sonunda, kendisiyle ve çevresiyle barışık, özgüveni yerinde bir genç kız… Esmer… Güzel… Böyle tatsız bir kitap arama vakası için değil de, daha ciddi sıfatlar taşıyan bir araştırmacı ya da müfettiş olarak gelmiş olsaydım buraya, kesin cilveleşirdi benimle diye düşündüm.

Bu yeni genç ve güzel kızın meseleye dahli öyle aniden gerçekleşmedi ne var ki… Ben elimdeki kitap listesi ile diğer görevlinin masasının önünde dikişmiş beklerken, havalı havalı ceketini askıya astı önce küçük hanım. Sonra gidip kahvesini aldı. Masasına oturup kısık sesle de olsa radyosunu açınca tam oldu. Kütüphanede radyo dinleyen bir kütüphane görevlisi… O anda her şeyin normale dönebileceğine olan inancımı kaybettim. İnancımı kaybetsem de, her şeyi normale çevirme azmimi kaybetmemiş olmalıyım ki, durumumu anlattım ona da. Çok anlıyormuş gibi bakıyordu, ben diğer kütüphanedeki bilgisayardan, katalogdan, oradaki görevlinin beni buraya yönlendirdiğinden söz ederken. Ben sözümü bitirince, sanki hiç o değilmiş gibi, bir yere telefon açması gerektiğini hatırlamış olmalı ki, bir saniye deyip telefonu aldı eline. Yunanca anlamadığımı söylemiştim, ama gerekli ve resmi bir konuşma için kullanılan ses tonu ile gereksiz ve kişisel bir telefon konuşması için kullanılan ses tonu arasındaki farkı, hemen her dilde anlayabileceğimi sanıyorum. Ve bu küçük hanım, çok büyük olasılıkla, akşam gittikleri bardan söz ediyordu telefonun diğer ucundaki belirsiz kişiye. Bu uzadıkça uzayan ve ses seviyesinin giderek arttığı telefon görüşmesi yalnızca bana mı garip geliyor diye etrafıma baktım. Maalesef böyle bir telefon konuşmasının yapıldığına yalnızca ben tanıklık ediyordum. İlk görevli önündeki kâğıt tomarına gömülmüş, müdür odasında gazetesini okuyor, hiç de ders çalışıyormuş zannı uyandırmayan öğrenciler artık düpedüz sohbet ediyorlardı.

Neden sonra telefon görüşmesi bitti, kitap diyordunuz diye bana döndü. Kitabın ve yazarının adını söyledim, almak istediğimi söyledim. Bakayım diyerek elimden aldı listeyi. Hangi kitabı istediğimi gösterdim listeden. Bütün o şen şakraklığıyla, akşama parti var der gibi, bu kitap bizde yok deyiverdi. İlk görevli kadının mı yoksa bu ikinci görevlinin mi daha çabuk yanıt verdiğini birbirinden ayırt edemeyecek durumda olduğumdan, hesabını yapamadım. Ama her iki görevli de öylesine büyük bir özgüvenle konuşuyorlardı ki, sorunun bende olduğunu düşündüm ilk. Belki de yanlış kütüphaneye gelmiştim. Gayri ihtiyari sordum, burası uluslararası hukuk kütüphanesi değil mi diye? Ama soruyu böyle sorunca, hiç istemediğim halde sanki meydan okuyormuş gibi bir hava yaratmış oldum. Birinci atıldı, “evet beyefendi, niye sordunuz?”. Beyefendi vurgulu konuşmalar, restini görüyorum ve rest çekiyorum konuşmalarıdır. Dedim ya, dillerini konuşamamanın getirdiği bir asimetri durumu söz konusu zaten… Böyle bir resti karşılayabilecek durumum yoktu. Yanlış mı yazdım acaba ben kitabın hangi kütüphanede olduğunu diyerek derhal kendime yönelttim suçlamamı. Olabilir dedi ikinci, renk vermeyen bir tonda, zira bizde yok bu kitap… Önlerinde açık duran bilgisayara bakmak varken, raflarda şöyle bir göz gezdirmek varken, ağız birliği etmişçesine iki saniye içerisinde bu kitap bizde yok diyen iki kadının özgüveni karşısında saygıyla eğilmekten başka ne yapabilirdim? Besbelli ki küçümsüyordum onları. Telefonla konuşmalarına, radyo dinlemelerine, iş yapmaktan kaçıyormuş gibi görünmelerine bakıp gerçekten hiçbir iş yapmadıklarını düşünüyordum. Oysa aslıda bu iki kadın, buradaki binlerce kitabı tek tek kendi elleri ile bu raflara yerleştirdiklerinden ve her biriyle ayrı ayrı duygusal ilişki kurduklarından, kendi adlarını bilir gibi biliyorlardı kütüphanelerindeki kitapların adlarını ve onların zihinlerindeki kayıtlara göre, “bu kitap bu kütüphanede yok”tu. Büyük bir saygıyla teslimiyetimi ilan etmek üzereyken üçüncü çıkıp geldi. Bu kütüphaneye memur ataması yaparken, en azından bir tanesinin nasıl kitap aranması gerektiğini bilmesi gerektiğini göz önüne alacaklarını düşündüm, sevindim. Gelen üçüncü değil, aradığım kitaptı sanki…


XII.

Oysa üçüncünün o sabah, şeriflerinin hayrolacağının garantisi var mı bakalım?

İkinciden daha şen şakrak geldi. İkinciden daha yaşlı değil belki ama görür görmez aklımda, evde kalmış duygusu canlandı. Saçlarındaki permaların üstüne taktığı renkli tokalar mı, büyük bir hassasiyetle dizinin hemen altındaki hizası ayarlanmış fırfırlı etekleri mi böyle düşündürdü bana? Yoksa güneş ışığı gördükçe kararan gözlükleri ve kızaran yanakları mı?

Evde kalmanın yaşla ilgili olmadığını kanıtlar gibi önümde duruyordu ikinciyle üçüncü işte… Yirmi yaşında bile olsa evde kalmış dediğiniz yok mudur tanıdıklarınız arasında? Üzerine bir ara bir anaçlık gelmiş, hemen ardından geçen anaçlık yerini hayatının erkeğini bulma arayışlarını bırakmış ve artık bütün hayatını buna göre organize eden bir tanıdığınız mesela..? Ailedeki kızların en büyük sırdaşlarıdır böyleleri. Hiç kimseye anlatılmayanlar anlatılır onlara. Başkalarının sırlarını, bir pembe dizi ciddiyetiyle başkalarına anlatır onlar da. Kimi zaman anlattıkları olayla kendi başlarından geçiyormuş gibi hem de… Yine de kimse kendini alamaz sırlarını onlara anlatmaktan.

Üçüncünün niyeti, ikincinin az önce telefonda anlatmaya başladığı, akşamki buluşmasının devamını dinlemekti aslında; öyle girdi içeriye. İkinciden ziyade onu heyecanlandırıyordu bu buluşma, nedense… Başkalarının heyecanlarını yaşamaktan yorulmuş, belki yüzlerce kez söz vermişti kendisine, kimsenin işine burnunu sokmayacağına… Sonuç? Dün gece, ikincinin anlatacaklarının heyecanıyla uyuyamamıştı işte yine. Biliyordu da, ikincinin biri bin, pireyi deve yaparak anlattığını… Bunun yanında en önemli şeyleri anlatmadığını da biliyordu. Ama bütün varoluşunu borçlu olduğu bu özelliğinden vazgeçmek, bir nevi intihar kararı gibiydi onun için. Ve evlenmeden intihar etmeye niyeti yoktu. Evlilik? Belki evlenince intihar etmiş de sayılırdı insan. O yüzden asla intihar etmeyecekti. Kütüphanedeki işini ve başkalarının hayatlarını bırakacak, bunca yıl kendisine zehir ettiği yaşamı, kocasına zehir edecekti evlendikten sonra. Öyle birinci gibi, tevekkülle toplayamazdı kocasını meyhanelerden. Ortalığı birbirine katardı. Birinci öyle tevekkülle kocasının peşinden koştuğundan, ilk çocukları öldükten sonra, kocası içkiyle huzur kendisi sinir hastalığı bulmuştu işte. Varsa yoksa oğlu, kocası… Gerçi hele bir evlensin, bir oğlan da o doğuracaktı bu evliliğin şerefine. Zaten ancak böyle kurtulurdu kocası elinden.

İkinciyle belki hiç tanıştırmazdı evleneceği adamı. Neme lazım..! Kaşı oynar, gözü oynar… Varsın ikinci anlatsındı ona her sabah, akşamki maceralarını…

Beni görünce ikincinin masasının önünde, duraladı. Kurtarıcısı gelmiş gibiydi ikinci de. Beni derhal yeni gelene havale edip yeni bir telefon görüşmesine başladı.

Süreci üçüncüye de anlattığımı, onun da söylediklerimi dinlemeyip elimdeki kâğıdı çekip aldığını uzun uzadıya anlatacak değilim yine… Şu kadarını söyleyeyim, üçüncü, tartışmasız en hızlı yanıtı verdi: “Bu kitap bizde yok!”. Yapacak bir şeydi yoktu benim açımdan. Çok yalvarır gibi bakmış olmayalım ki telefon görüşmesini bitiren ikinciye, şu bilgisayara bir bakalım bari dedi. O ana kadar yine kendi işine gömülmüş gibi görünen birinci atladı, bu kütüphanedeki kitapların kaydı yok hiçbir katalogda, mümkün değil bunu bilgisayardan bulabilmeniz diye… Aslında bana, sen yalan söylüyorsun diyor da, başka kelimeler kullanarak… Aman bakalım canım, n’olacak gibi bir hareket yaptı ikinci.

Üç kişi geçtiler bilgisayarın başına, ben kayıtlara ulaştığım sitenin adresini verdim. Bir iki saniye sonra, listemdeki kitap, adıyla sanıyla, yazarının adıyla soyadıyla ve hangi kütüphanede olduğuna ilişkin kayıtla karşılarındaki ekranda duruyordu. Kitabın bu kütüphanede olması gerektiğine ilişkin kaydı okuyunca yüzlerinin aldığı şekli görmeliydiniz. Basbayağı üzülmüştü üç kadın da. Ama daha ilginci, hiç birisi, kitabın gerçekten burada olabileceğine ihtimal vermiyordu hâlâ ve kitabı arama zahmetine katlanmadılar yine. Tüh, bizde olması gerekiyormuş ama yok dediler sadece. Sonra ikincinin, bu kez gerekli ve resmi olduğu ses tonundan anlaşılan telefon görüşmeleri başladı. Ama bu telefon görüşmeleri, kitabın nerede olabileceğine ilişkin değildi. Bu kaydı, bilgisayardaki kataloğa kimin eklediğini bulmaya çalışıyorlardı. Dört beş ayrı yere telefon açıldı. Bu arada en azından yanımdaki yöremdeki bir iki rafı gözden geçirdim ben de.

İkincinin telefon görüşmeleri bitince, üçü birlikte tek bir rafın önünde durdular. Olsa olsa bu raftadır diye. Penguenler gibi, aynı hızda ve aynı yöne çevirerek başlarını rafı taradılar gözleriyle. Aralarında tartıştılar bir ara. Zaten en sıradan konuşmaları bile tartışma gibi olduğundan öyle gelmiştir belki bana. Bir erkek ismi geçiyordu arada bir. Ne zaman o isim geçse, ikinci gidip telefon açıyordu birilerine…

Rafın önündeki son tartışmalarında bir karara varmış olmalılar ki, üçü birlikte bana döndü. Gözlerindeki hayal kırıklığını görebiliyordum. Kendilerinden bu kadar emin bu üç güçlü kadının gözlerindeki hayal kırıklığına benim neden olduğumu düşünerek üzüldüm. Üçüncü gayet nazik bir şekilde, bilgisayardaki kayıtlarda kitap burada görünüyorsa da, maalesef burada olmadığını, yapabilecekleri bir şey olmadığını, kitabı değil belki ama o kaydı bilgisayardaki kataloğa kimin koyduğunu en kısa sürede bulacaklarını söyleyip özür diledi benden. Ben son bir umut, adımı soyadımı ve telefon numaramı yazıp bıraktım. Eğer şu bir iki hafta içerisinde kitaba rastlayacak olurlarsa beni aramalarını rica ettim. Gıcırtılı kapıya yöneldiğimde, ikincinin masasında, küçük bir bardağın içerisinde, kurumaya yüz tutmuş kırmızı bir karanfil gördüm. Dönüp bakmadım, arkamda bıraktığım, birinin erkek ismi taşıdığından emin olduğum kütüphane görevlisi üç kadına bir kere daha…

Kütüphanedeki Kadınlar (IV. kısım)


IX.

Kamu hukuku kütüphanesindeki araştırma faaliyetimden birkaç gün sonra gittim uluslararası hukuk kütüphanesine. Sina Caddesi 14 numarada, üçüncü katta bir apartman dairesi… Kütüphaneden hiç beklenmeyecek bir gıcırtıyla açılıyor kapısı. Oysa ne kadar basittir kapı gıcırtısının çaresi... Bu gıcırtı öyle bir haftanın iki haftanın işi gibi durmuyor ama. Sanırsın ki bin yıl öncesinden geliyor kapının sesi. Kapıyı geçtim, kapının ahşabı ses veriyor henüz genç bir ağaç olduğu dönemlerinden. Kim bilir belki, ağacın yüz yıl önceki dalları, rüzgârda sallandıkça gıcırdıyor… Böyle bir gıcırtının başka ne nedeni olabilir? Ya çalışanlar bundan rahatsız olmayacak kadar alakasızdırlar çalıştıkları yere, ya özel bir tercihin sonucu olarak engellenmiyordur gıcırtı, ya da gerçekten kapı dile gelmiştir de, ne yapılsa çare bulunamıyordur. Kapıdan girildiği anda, burada kütüphane sessizliği olmadığı anlaşılıyor zaten. Gürültülü olduğundan değil, kütüphane sessizliği olmadığından… Gürültülü olmasına gürültülü denilebilir gerçi. Her şeyden önce kentin en işlek trafiğine sahip caddelerinden birine bakıyor ana penceresi. Amma yaptınız, bunu dert edinip pencereleri kapatacak değiller ya, sırf kütüphane diye burası… Sonra sık sık çalan telefonlar, hararetli hararetli yapılan konuşmalar… Kütüphanelere özgü bir sessizlik vaat etmiyor bu mekân ilk andan itibaren. Höpürdeterek içilen kahveler, hatta yalnızca ev hanımlarının aralarında düzenledikleri altın günlerinde duyulabileceğini düşündüğüm kahkahalar ara sıra… Bir altın günü misafirliği ile seyahat acentası arasında bir yer…

Bir dili bilmiyorsanız, istemeseniz de nazik oluveriyorsunuz o dili bilenler karşısında. Anında hiyerarşik bir kademe yaratıyor dil, bilenler ve bilmeyenler arasında. Kendi dilinizdeki hoyratlığınızı, hovardalığınızı gösteremiyorsunuz bilmediğiniz bir dili konuşanların karşısında. Onları anlama ve kendinizi anlatma çabanız engelliyor kabalaşmanızı. Anlamaya çalışma çabası, kabalık sorununun en etkili çözümü… Anlayışlı olmakla nazik olmayı o yüzden karıştırıyorum sık sık.

Anadillerini konuşamadığım bu insanlar karşısında olanca nezaketimi takınarak, bir iki gün önce hazırlamış olduğum kitap listesini göstererek, Steinberger’in burada bulmayı umduğum Models of Constitutional Jurisdiction adlı kitabını işaret ettim. Gözlüklerinin üzerinden bakan, halini hatırını sorsanız bile bağırmaya başlayacakmış gibi duran görevli kadın, hışımla aldı elimden listeyi. Kocası sipariş listesindeki bir iki siparişi almayı unutmuş da, onun elinden sipariş listesini “ver şunu bana” deyip alıyormuşçasına… Sabah erken uyandığına, oğlunu bakıcıya teslim edip işe geldiğine, trafiğin sıkışıklığına, havadaki nem oranına, radyodaki programa telefonla katılan bir dinleyiciye, gazetedeki habere, karşıdaki camekânlı odada somurta somurta sabah kahvesini içen müdürüne duyduğu kızgınlıkla bakıyordu bana. Oysa eğer bir kadın, sabah sabah neden işe gelmek zorunda kaldığını sorgulamaya başladıysa, bu sebeplerden bir tanesinin yarattığı kızgınlıkla bile baş edebilmek mümkün değildir.

Normalde kütüphaneye gidip bir kitap sorduğunuzda, kütüphane görevlisinin yapması gereken işlemler basittir. Eğer mümkünse bilgisayardaki katalogdan, -her kütüphanede bu “üstün” teknolojiyi bekleyemeyeceğinize göre- mümkün değilse eski usul çekmeceli karton kataloglardan aradığınız kitabın kayıt numarasını bulmak ve bu numaranın olduğu kitaplar bölümüne gidip bir iki kitabın numarasına baktıktan sonra aradığınız kitabı çıkartıp size vermek… İzlemesi gayet eğlenceli, kitabın yerinde olmayabileceğini de göz önüne alırsak heyecanlı bir süreç… Eğer kütüphane açık raf sistemiyle çalışıyorsa siz de görevliyle kitap raflarının arasına dalabilirsiniz tabi. Böylece, işin sorumluluğunu onun sırtına yükleyip, çevrenizdeki kitapları izlemenin tadını da çıkartırsınız bir taraftan. Eğer kütüphane görevlisi, hayattaki varoluşunu her sabah yeni baştan sorgulayıp bundan olumsuz sonuçlar çıkaran bu kadın gibi değil de, tatlı dilli, ince belli, çapkın bakışlı bir genç kızsa uzamasını bile istersiniz bu sürecin.

Kendisi zaten bende bir heyecan uyandırmayan görevli, kitabı katalogdan ve raflardan arama sürecinin heyecanını da esirgedi benden. Sanırım iki ya da üç saniye baktı listedeki kitabın ismine, kafasını kaldırmaya gerek duymadan yalnızca gözlerini dikerek bu kitap burada yok deyip kestirip attı. Kendimi eğlenceli bir sürece hazırladığımdan değil belki ama bu kadar kısa kestirilip atılmayı da beklemediğimden, elimde liste, gayet anlamsız bir şekilde masasının önünde dikilip kaldım. Ağzından çıkan son kelimeyle birlikte, masasının üzerindeki kâğıt tomarına dönmüştü bile o. Ya da evdeki oğlunu düşünmeye… O kadar kısa sürede olup bitmişti ki her şey, ben hâlâ kadının, elimdeki kitap listesine kocasına sipariş ettiği pazar listesi gözüyle bakmış olabileceğini düşünüyordum. Ben ondan bir şey istemiyormuşum da, o elime bir kâğıt tutuşturup, hadi git bunları al gel deyip, işine dönmüş gibi…

Eğer tam o sırada kütüphanede çalışan diğer görevli gelmeseydi, bekleyişimin anlamsızlığı çıplak gözle görünür hale gelecekti.


X.

Ya buraya hiçbir yerden gelmemiş olanlar…

Onların yaşadığı da bir travmadır. İlginç ama azınlıktırlar her şeyden önce. Yabancı bir düşman tarafından değil, aynı kimliği taşıdıkları insanlar tarafından işgal edilmiştir toprakları. Elden mi ilden mi olduklarını kestiremedikleri insanlarla ortak bir yaşam kurmaları beklenmektedir onlardan. Hem de şimdiye kadar belki daha çok önemsedikleri bazı simgeler, yeni gelenlerin hatırına yenileriyle değiştirilerek… Yeni gelenlerin getirdikleri suçtan korkarlar ve kendi halklarından korktukları için bir utanç taşırlar içlerinde. İdeolojik olarak oluşturulmaya çalışılan ortak kimlik bir tarafa, yeni gelenlere güvenebileceklerini anlamalarını sağlayacak bir olaya ihtiyaç vardır.

Neyse ki, Yunanistan tarihi, o fırsatı bir iki kere tanımış bu biçarelere. Küçük Asya felaketine, daha evvelden gelmiş olanlarla birlikte ağlamışlar. Sonra İkinci Dünya Harbi’nde birlikte direnip, işgale birlikte boyun eğmişler. Nihayet diktatörlüğü görüp, birlikte alaşağı etmişler. Düğümün, İskender’le çözemedikleri kısmını, bu felaketlere birlikte göğüs germiş olmak çözmüş. Faşizme ve diktatörlüğe birlikte direnmek kadar güçlü bir ortak kimlik bulunabilir mi halklar için? Hiçbir ideolojik dez/enformasyonun yaratamadığı bir yoldaşlık yaratır, birlikte direnme duygusu…

17 Kasım’ı bir örgütün ismi sanırdım.

Tanıdığım hemen herkes, aman o gün sokağa çıkayım deme diye uyardı beni. Otuz yıl önce 17 Kasım’ın yaşandığı, diktatörlüğe karşı direnişin simgesi olan Politeknik Üniversite, kaldığım otelin arkasındaki caddenin üzerinde… Gidip görmeye çekinsem de, seslerden kalabalığın boyutunu anlamamak mümkün mü?

Kalkıp uzaktan izlemeye gittim. Bir insan seliyle birlikte, üniversitenin avlusunda buldum kendimi. Otuz yıl önce askeri diktaya direnen öğrenciler üniversitenin avlusunda bekleşirlerken, bir tank önce demir parmaklıklı kapıyı ve bahçe duvarını, sonra öğrencileri ezip, sonunda da gidip üniversite binasına çarpmış. Çok sayıda ağır yaralının yanında bir öğrenci de yaşamını yitirmiş oracıkta. Kısa süre sonra cuntacıları koltuklarından indirip yargılayan halk, 17 Kasım’ı da simge kabul etmiş kendisine. Tankın parçaladığı demir kapı hâlâ üniversite bahçesinde duruyor. Diktatörlük kapısını bir daha açılmamak üzere kapatmanın, yaralı ama sağlam bir belgesi olarak… Üniversite öğrencisinin can verdiği yere, boylu boyunca uzanan kocaman bir öğrenci heykeli yapmışlar. Ağlıyor gibi heykel ya da gülüyor gibi… Diktatörlükten acılarla da olsa kurtulmanın yarattığı ruh hali gibi, ikircikli… Çiçek ve çelenklerden, heykeli görebilmek neredeyse mümkün değil ama bugün. Olası diktatörlük girişimlerine direnme azimlerini gösteren üniversite öğrencileri, otuz yıl öncesini acıyla hatırlayan orta yaş üstü kadınlar erkekler, ellerinden tuttukları anne babalarından bu kalabalığın nedenini öğrenip kavramaya çalışan, diktatörlüğün kötü olduğunu öncelikle akıllarında tutmaları gerektiğini sezen küçük çocuklar… Yunanistan’a geldiğimden beri gördüğüm en şiddetli ve kararlı yağmurun altında, bir ölümü anmıyorlar, bir zaferi kutluyor. Adına zafer dendiği için zafer olmayan bir zafer…

Yirmili yaşlarının sonlarında bir genç kız çekti dikkatimi. Ötekilerden farklı bir saygı ve sahiplenişle duruyordu heykelin yanında. Herkesin üstüne düşen yağmur onun üstüne düşmüyor, herkesin dilindeki marşlar, türküler onun kulağına ulaşmıyor, herkesin gördüğü kalabalık ona değmiyor gibi… Üzgün değil, hüzünlü değil, gururlu değil… Anmaya ya da kutlamaya değil, elindeki çiçekle sevgilisiyle buluşmaya gelmiş gibi… Otuz yıl önceden gelmiş gibi… O heykelin simgelediği öğrencinin otuz yıl evvelki sevgilisiymiş gibi…

Eğilip elindeki çiçeği bıraktığını gördüm. Yere bıraktığı bir demet kırmızı karanfilden bir tanesini koparıp, yakasına taktı. Onun da bu hengâme için geldiğine o zaman ayabildim ancak. O kalabalıkta ve gürültüde, yanında olsam dahi ne dediğini duyamayacağım, duysam dahi anlayamayacağım bir şeyler mırıldandı heykele bakıp. Özür diler gibi…

Dilediği özürse eğer, bu özürle yeni bir renge büründü. O herkese uzaklığı gitti, kalabalığın arasına karıştı. Islandı, dokundu ve bir marş dolandı diline. Arınmış gibi…

Yüzyılın başındaki kendi halklarından olan göçmenlere mesafeli durdukları için kendilerini suçlu ve mahcup hisseden “yerli” Yunanlılar, direnişin yarattığı ortak kimlikle nasıl kurtuldularsa bu duygudan, heykelden özür dileyip o da ortak oldu direnişe sanki.

Nereden bilebilirdim, otuz yıl önce bu kapıyı parçalayan, bu öğrenciyi öldüren tankın içindeki iki askerden birinin kızı olduğunu? Olaydan bir buçuk yıl sonra dünyaya geldiğini ve ölen öğrenci erkek olmasına rağmen, babasının günahının bir simgesi olarak o öğrencinin adını taşıdığını… Kızına öldürdüğü öğrencinin adını verse de, devletine olan inancını yitirmediğinden yaptığı işin vahametini ilk yıllarda tam olarak anlayamayan bu adamcağızın yaşamını normal bir şekilde sürdürdüğünü ama kızı altı yedi yaşına gelip 17 Kasım’ı öğrendikçe, devletine olan inancı ve güveniyle açıklanamayacak bir hadiseye bulaştığını anladığını… Bundan sonra her gün içmecesine içkiye başladığı halde, son yirmi yıldır her 17 Kasım’da ağzına bir yudum içki koymadan kızını da yanına alıp sabahın erken saatlerinde kiliseye koşturduğunu ve bütün gününü orada geçirdiğini… Geçen mayıs ayında öldüğünü… Bu 17 Kasım töreninin yalnız benim için değil, ölen öğrencinin adını taşıyan bu genç kız için de ilk 17 Kasım töreni olduğunu… Babasının yirmi yıldır yapamadığını, onun ardından yaparak kendinden kaynaklanmayan mahcubiyetinden sıyrılma fırsatı bulduğunu… Nereden bilebilirdim..?

Heykele bir karanfil de ben koydum. Çocukluğumdan getirdiğim mahcubiyetimden sıyrıldım.

Kütüphanedeki Kadınlar (III. kısım)



VII.

İstanbul’da İstanbullu bulunmaz ya, onun gibi… Yunanistan’da, ülkeye, geçen yüzyılki göç dalgalarından biriyle gelmemiş aileye rastlamak imkânsız. Konuşmaya başladığınız hemen herkesin, yaşına göre, ya annesi babası ya büyük anne babaları ya teyzeleri ya amcaları bir yerlerden gelmiş. Yalnızca Küçük Asya’dan gelenler değil, Balkanlar’dan, Afrika’dan, Uzak Asya’dan ve eski Sovyet Cumhuriyetleri’nden ya da Doğu Avrupa ülkelerinden gelenler var Atina’da. Bunlar son on-yirmi yılın göçmenleri elbette. Oysa geçen yüzyıl boyunca yine Anadolu dışında İtalya’dan, Makedonya, Arnavutluk ve Bulgaristan’dan gelen yüz binlerce “Yunanlı” var.

Ulus devlet olurlarken, içlerindeki azınlıkları ya tez elden dışarı atar ya da asimile eder devletler. İlki daha masrafsız, aradan biraz zaman geçtikten sonra, kötü niyetliler tarafından kaşınması daha zor bir yöntem olduğundan daha çok tercih edilir. İşin aslı, bu ilk yöntemi kullanamadıkları halklara karşı ikinci yönteme geçerler. On dokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başında yepyeni ulus devletler çıkarken sahneye, uluslaşma aşamasına ulaşamayan onlarca farklı halk ya da etnik grup da bir daha hiç ortaya çıkmamak üzere gömülüyordu tarihe bu yüzden. Bu dönemde, sermaye birikim modelini tek bir ulus çerçevesinde kurmak daha kârlı göründüğünden, belki de en büyük zenginlikleri olan kendilerinden farklı insanlarla bir arada yaşama şanslarını, bir mirasyedi gibi harcayıp bitiriverdi yeni kurulan devletler. Diğer devletlerin sınırları içinde kalan, kendi uluslarından kabul ettikleri gruplarla değişmek üzere kullandılar topraklarındaki azınlıkları. Bir tür trampa usulü… Halkların trampası… Yunanistan’da tersi yaşanmış bu sürecin. Başka ulus devletlere gönderecek fazlaca azınlıkları olmadığı halde, çevre coğrafyanın hemen her yerinde yaşayan Yunanlılar o hay huy içerisinde gelip “anavatanları”na yerleşmişler. Yunan ulus devleti de bu temel üzerine inşa etmiş ideolojisini ve Yunan kimliğini... Ortak bir göç acısı yaşayanlar anlarlar birbirlerinin halinden, zor olmamış kaynaşmaları. Dünyada çok daha fazla tanınan Antik Yunan dünyası ve o dünyanın diğer önemli isimleri yerine, Büyük İskender ve Hellenizm’in ön plana çıkarılması bununla ilişkilidir belki de. Zira Balkanlar’dan, Anadolu’dan, adalardan hatta Mısır’dan gelenler; Attiki ile Sparta’nın mücadelesinde kendilerinden bir şey bulamamışlar ama Büyük İskender’i kabullenmekte sakınca görmemişler. O yüzden en büyük mücadelesini, ne topraklarını ne de Antik Yunan kültürünü sahiplenmek, yalnızca Büyük İskender’i sahiplenmek mevzu bahis olduğunda vermiş Yunanistan. Belki diğerlerini sahiplenmek konusunda tartışmaya gerek olmadığındandır. Ama devletin, bu simgenin üzerine ulusun kimliğini inşa etmesiyle hiç mi alakası yoktur, İskender’in mirası için koparılan kavganın?

Böylece içindeki yabancıyı dışlamak yerine, dışarıdan geleni kendinden kabul etmek gibi, diğer ulus devletler açısından pek geçerli olmayan zor, karmaşık bir yöntem kullanılıp, İskender’le çözmüşler düğümü…

Yeni gelen yüz binlerce farklı insan yüzlerce farklı çeşit dil, müzik, dans, yemek ve suç getirmiş Yunanistan’a. Göçmenler bunları taşırlar heybelerinde. İster mübadele dönemlerinde olduğu gibi apar topar gönderilsinler, ister yoksulluk-işsizlik nedeniyle üzerinde onlarca kez düşünüp her seferinde fikir değiştirerek yollara düşsünler; ister iki urbadan başka bir şey almasınlar yanlarına, ister bir vagonu işgal etsinler eşyalarıyla; ve ister trenle, ister uçakla, ister gemiyle, hatta yüzerek, koşarak, yürüyerek göç etsinler… Hepsi yeni bir dil, yeni bir müzik, yeni bir dans, yeni bir yemek ve yeni bir suç taşırlar kendileriyle birlikte. Dillerini çok iyi bildiklerinden, iyi müzik yaptıklarından, iyi dans ettiklerinden, iyi yemek pişirdiklerinden değil… Suçlu olduklarından da değil elbette… Başlı başına varlıkları bir suç tehdididir göçmenlerin, yeni geldikleri memlekette. Konuşmaları başlı başına bir şarkı, kendilerini anlatma çabaları bir danstır. Yemek ise, dillerinden ve dinlerinden bile daha çok sahip çıktıkları bir kimliktir artık. Zaman zaman içine girdikleri toplumla onları ayıran, zaman zaman birleştiren bir alt kimlik…


VIII.

Arnavutluk göçmeni bir ailenin işlettiği küçük bir içkili lokantada geçiriyordum boş olan günlerimi. Hem kaldığım otele yakın, hem fiyatları makul hem de sohbetleri çekilir olduğu için… Böylece geniş bir Arnavutluk göçmenleri kültürü edindiğim gibi, lokantanın küçüklüğünün yarattığı samimiyet sayesinde müşterilerle de ahbaplık kurma olanağı buldum. Kimisiyle Platon felsefesi konuştuk, kimisiyle az aşağıdaki kârhanedeki Rus kadınlardan söz ettik. Bulgaristan’da büyük bir orkestrada piyanist iken buraya geldikten sonra öğretmenlik yapan Dimitri ile bol bol müzik dinledik, uzo içtik.

Matheus adında Polonyalı bir boyacı geliyordu haftada bir iki gün. Hiç ayık görmedim onu. Ama bir insan bu kadar mı güzel sarhoş olur… Zaten elma elma olan yanakları, içkinin etkisiyle iyiden kızarmış, gözleri gülümsemekten yumuk yumuk, kalın dudaklarını saklayacak kadar pos bıyığını birasından aldığı her yudumdan sonra elinin tersiyle silen, hiç kimse onu dinlemediği halde, çok önemli bir şey anlatıyormuşçasına konuşan bir adam… Hepten sarhoş, kendinde değil diyeceğim dilim varmıyor. Çünkü konuştukları hep çevrede olup bitenle ilişkili… Bir tercih olarak sarhoş oluyor gibi bir hali var. Komiklik yapıyor bazen, komiklik olsun diye değil. Kendisi de gülüyor kendisine ve kimseye kızmıyor, sataşmıyor. Kimseye kızabilir gibi de durmuyor. Nasıl büyük bir huzurdur bu yakaladığı diye düşündüm onu gördüğüm ilk günden itibaren. Kaç yılmış olmuş buraya geleli diye düşündüm; anlaşılan çok iyi Yunanca konuşuyor. O sarhoşluğa rağmen arada Polonyaca konuşmadığına göre, bilinçaltında da Yunanca konuşuyor demek artık.

Lokantada bir iki yakın dosttan başka kimsenin kalmadığı bir akşamdı. Dimitri ile müzikten söz ediyorduk bir köşede. Lokantanın sahibi, karısı ile birlikte günlük hesaplarına dalmış, müşterilerden biri televizyonun kumandasını almış futbol programı arıyordu. Matheus hepimize fon müziği gibiydi. Düğmesine basılmış gibi, konuştukça konuşuyor, konuştukça daha çok sarhoş oluyor, sarhoş oldukça daha çok konuşuyordu. O orda olmasa böyle olur muydu o akşam bilmem. Ama onun orada olduğunun farkında bile değildim belki artık. Arada sırada kendi kendisine gülüyor, ayağa kalkıp gidecek gibi oluyor, tuvalete kadar gidip dönüp masasına oturuyordu. Bu kocaman burunlu, sarışın, renkli gözlü sevimli adam, dikkat çekmek fark edilmek ister gibiydi.

Herkes farkındaymış varlığının ki, sesi kesilince bir iki saniyeliğine bütün başlar o tarafa döndü. Kulaklarımız onun sesine alıştığından, yanında dikilip gayet sakin ama ağlamaklı, sesini yükseltmeden konuşan kadını, ancak döndüğümüzde fark ettik. Lokantanın sahibi, Dimitri ve hatta televizyonda dün akşamki maçı yorumlayan spiker bile sustu. Kenarda uyuklayan bir müşteri –orada olduğundan bile haberdar değildim daha önce-, sessizlikle uyandı. Matheus’un sesi ve kahkahasıyla yarattığı denge bozuldu lokantada. Yeni bir denge bulununcaya kadarki o mütereddit, sıkıntılı hal çöküverdi. Hepimiz çöken sıkıntının altında kalmıştık da, Matheus ile yanında ayakta durup fısıldar gibi konuşan kadın öyle dimdik duruyor gibiydiler. Matheus bir taraftan saatlerdir çekmeye çalıştığı ilgiye kavuşmuş olmaktan mutluydu, bir taraftan bunu kendi yöntemleriyle beceremediği için öfkeliydi. İlgiyi çekmişken oynamaya devam etmek istedi, ama herkes ona baktığında bunun bir oyun olduğu da anlaşıldığından çareyi sırıtmakta buldu. Oysa sırıtmak şu durumda onu iyice sarhoş göstermekten başka bir işe yaramadı.

Parmaklarındaki yüzüklerin aynılığına bakarak karısı olabileceğini düşündüğüm kadın, hiç kızmış gibi durmuyordu. Sıkıntılıydı sıkıntılı olmasına. Sıkıntısı yüzüne vurmuş, Matheus’un yanaklarından ve burnundan bile kırmızı yapmıştı yüzünü. Ama aceleci değildi. Kocasını meyhaneden, içki masasından toplamaya gelmiş olmanın utancı yoktu. Çok kırılgan, çok kanıksamış bir mahcubiyet sadece… Yalvarır ya da kızmış gibi bakmıyordu Matheus’a. Ama çok kötü kırılmış gibi bakıyordu. O yüzden oynayamıyordu rolünü Matheus belki de. Bu durumda ya her şeyi göze almış bir kızgınlık ya da ayaklara düşmüş bir yalvarma beklenirdi kadından. Öyle davransaydı, kafamızı çevirip bakmazdık belki biz de. Ya da bakardık, unuturduk. Her gün onlarcasını görebileceğimiz sokak ortasında kavga eden bir çift der geçerdik. İçimize işlemezdi, lokantayı doldurmazdı bu kadar. Oysa bu küçücük kadın, Matheus’un boyundan posundan, hatta burnundan bile daha büyük bir tevekkülle konuşuyordu. Kadından çok tevekküle bakıyorduk. Tevekküle bakıp, kadının evde uyutup geldiği çocuğun rüyasını, ömrünün son beş yılında meyhane meyhane gezip kocasını arayışını görüyorduk. On iki yıl önce, Matheus Polonya’dan geleli dört ya da beş yıl olmuşken, daha on dokuzunda ya da yirmisinde, beyaz tenli bir genç kız olan bu kadının, Matheus gibi bir deve âşık olup kurduğu hayalleri görüyorduk. Ve kadının gözlerindeki aşkı görüyorduk tevekküle bakıp. Altı yıl önce bir trafik kazasında yitirdikleri çocuklarını görüyorduk bu tevekküle bakıp. Aşk ve ölümle birleşmedikçe bunca ağır olamayacağını da görerek tevekkülün…

Bana huzuru düşündüren bu adam, bu kadının yaşamına huzursuzluk getirmiş olabilir miydi? Bu her zaman gülümseyen, hatta şu koşul altında bile –ama bu sefer biraz da bozuntuya vermemek için- gülümseyen bu dünya tatlısı adam, kendisine âşık bu kadından habersiz mi kaçardı kendi huzur diyarına? Dünyayı karşısına alabilecek kadar güçlü, uzanacak tehditkâr bir eli koparacak kadar öfkeli olabileceği, duruşundan belli olduğu halde, Matheus’a sevgi ile bakan bu kadından…

Kütüphanedeki Kadınlar (II. kısım)


IV.
Kütüphaneciler ikiye ayrılır nazarımda: Güzel ve genç olanlar ile olmayanlar…

Güzel kütüphanecilerle karşılaştığım kütüphaneleri unutmamaya özen gösteririm. Aynı şehirde iki kütüphane varsa, güzel kütüphanecilerin çalıştıklarını tercih ederim. Zamanla kütüphaneler de ikiye ayrılır nazarımda: Güzel ve genç çalışanları olanlar ile olmayanlar…

Ankara’da onca kütüphane arasında Kumrular Sokak’taki İl Halk Kütüphanesi’ni tercih etmiş olmamın nedeni, ödünç kitap bölümünde bir zamanlar çalışan sarışındır. Ya da İzmir’de Ege Üniversitesi Kütüphanesi’ni tercih etmiş olmamın nedeni…

Şirketin, şehir dışındaki hukuk işlerini takip ettiğimden, şehir şehir gezerim. Tanıdık bir avukat bürosunun olmadığı şehirlerde, dosyaya çalışıp dilekçe yazmak için en uygun mekânlar kütüphanelerdir. Gittiğim hemen her şehrin kütüphanesini en az bir kez ziyaret etmişliğim vardır o yüzden. Hangilerinde bir güzelin çalıştığı hakkında bilgim de…

Sadece güzel çalışanlarına değil, çalışma düzeninin güzelliğine hayran kaldığım kütüphaneler de var tabi. Ama hayranlığımın boyutları ne olursa olsun, güzel çalışanları olanları, güzel çalışma düzeni olanlara tercih ederim.

Ama insan her zaman şanslı olamıyor işte. Bırakın kütüphanede bir güzel çalışmasını, kütüphanenin güzel çalışmasına bile razı olacağınız durumlar da oluyor. Yani iki güzellikten de mahrum kaldığınız durumlar…

Uzatmayayım; şirketimiz uluslararası ticaretini genişletmeye karar verdikten sonra, uluslararası hukuk semineri için Yunanistan’a gitme fırsatım doğdu. Üç hafta, uluslar arası hukuk semineri için uzun, Yunanistan’da tatil için ise kısa bir süreydi gerçi. Bir iki çıkmışlığım var yurtdışına ama daha önce Yunanistan’a gitmeyi istediğim halde gidememiştim. O yüzden seminer meminer dinlemeden işlemleri başlatıp vizemi aldım.


V.

Çocukluğunun önemli bir kısmını Ege Denizi’nde bugün yarın çıkması beklenen savaşın korkusuyla geçirmiş her Türk gibi, hem kızgınlık hem de bu kızgınlığın yarattığı bir mahcubiyet taşıyordum Yunanistan’a giderken. Zira kızgınlığımı doğru yere yönelttiğimden şüphe duymaya başlayalı epey olmuştu. Koca bir halk, bütün varlığını Türkler’e düşmanlık yapmaya adayamayacağına göre, tarih kitaplarında bize anlatılanların –en azından- bir kısmında, –yine en azından- bir hata payı olmalıydı. Kendi adıma şüphelerimde haklı çıktığımı söyleyebileceğim gibi, kitaplarda anlatılanların yanlış olmadığını gözlemlediğimi de söyleyebilirim. Çok mu karışık oldu? Kısaca ve maalesef yanlış anlaşılma payını da göze alarak şu şekilde ifade edilebilir durum: Hayır, Türkler’e ve Türkiye’ye özel bir düşmanlıkları yok ve evet, eğer o gözle bakarsanız, bizim açımızdan düşmanlık edilmeye çok müsait bir durumları var. İstanbul örneğinden gidelim… İstanbul’a olan abartılı ilgilerini, altında kötü niyetler besleyen, düşmanlık işareti olarak yorumlamak mümkün… Oysa beş altı yaşındaki erkek çocuklarının mahallenin etine dolgun ablalarına duydukları aşk gibi bir şey İstanbul’a karşı hissettikleri… Ulaşılması asla gerçekleşmeyecek bir düş olmanın ötesinde, altında özel mantık aramanın da anlamsız olduğu bir durum yani. Özel bir düşmanlığın eseri değil, ama Türkiye’den bakıldığında böyle yorumlanmaya ne kadar da müsait?

Bunu gözlemlemiş olmama rağmen, buraya geldikten sonra, Yunanistan’a duyduğum kızgınlıktan kaynaklanan mahcubiyetimin azalmadığını, aksine katlanarak arttığını da eklemeliyim. Zira her ne kadar, kitaplarda bize anlatılanları haklı çıkarabilecek şeyler olabileceğini söylediysem de, asıl önemli meselenin, o kitaplarda asla anlatılmayanlarda olduğunu da sezdim kısa sürede. 1920’lerdeki Büyük Mübadele bir tarafa, bu küçük ülkenin, iki kere daha Küçük Asya’dan göç etmek zorunda kalan Rumlar’ı ağırladığını, maalesef burada öğrendim. Kıbrıs’ın her iki ülkenin iç siyasal çekişmelerinde ne denli ağırlıklı bir yeri olduğunu, hele ulus devlet niteliğini kardeşinden daha geç kazanan Türkiye’nin, bu uluslaşma sürecindeki kimi adımlarını nasıl Kıbrıs’ı bahane ederek attığını anladım. Yüzyılın başında iki milyon Rum’un da yaşadığı güzelim memleketimde bugün mumla arasan on bin civarında Rum kaldığını da burada öğrendim maalesef. Benim için belli belirsiz bir tarihte gerçekleşmiş, hafif masalımsı yanı da bulunan 6–7 Eylül’ün taş kadar, sopa kadar, ölü insan bedeni kadar katı bir gerçek olduğunu da burada anladım. Şu andaki nüfusu on milyon olan bu ülkeye, daha nüfusları üç-dört milyon civarındayken, bir milyondan fazla Türkiyeli Rum’un geldiğini de öğrenince, İstanbul’a, İzmir’e duydukları özlemin, ileriye dönük düşmanca bir planın parçası olamayacak kadar masum bir yurt özlemi olduğunu anladım. Yaşları ellinin altmışın üzerinde olanların Türk olduğumu öğrenince, beni, kendilerini zorla göndermiş bir ülkenin yurttaşı olarak değil, Türkçe konuşabilecekleri bir hemşehrileri olarak gördüklerini fark ettiğimde arttı mahcubiyet duygum. Anadolu’dan bu topraklara iki ayrı zaman diliminde gelmiş gibi olduğumuzu fark ettim, bir apartmanın önündeki sandalyesine otururken adres tarifini İngilizce vermeye çalışıp son bir ümit Türkçe bilip bilmediğimi soran Kosta amca ile tanıştığımda. O ömrünün tamamını burada geçirmek üzere gelmişse de en az benim kadar Anadolu’ya aitti. Benim kadar Anadolu’ya ait olmasından daha önemlisi, benim kadar da ait değildi Yunanistan’a. Eğer buraya alışmış, buralı da olmuş olsaydı bu kadar net hissedemezdim mahcubiyet duygumu. Viktoria Meydanı’na çıkan sokaklardan birinde dikilip, biri kötü tehcir anılarına rağmen Türkiye’den nefret edemeyen, diğeri kötü çocukluk anıları ve tarih kitaplarına rağmen Yunanistan’dan nefret edemeyen, bir Yunan ve bir Türk ama iki Anadolulu olarak konuştuk.


VI.

Seminer çalışmalarından daha önemlisinin Yunanistan’ı gezmek ve tanımak olduğunu da saklamayacağım. Nasıl olsa bir itiraflar listesi şeklinde ilerliyor hikâye…

Seminerdeki derslerin biri için bir makale yazmam gerektiğinde, kütüphaneye gidecek olmanın mutluluğu sardı içimi. Kısa sürede bu mutluluktan sıyrıldım. Zira her şeyden önce hukuk fakültesine bağlı dört ya da beş kütüphane olduğunu öğrendim. Bu kütüphaneler, Ippokratus, Sina ve Akademias gibi çeşitli cadde ve sokaklara dağılmışlardı. Üstelik ana kütüphane, bir yıldır onarım gördüğünden kullanılamıyordu. Bunların üstüne, çalışma saatlerinin “belirsizliği” eklenince, kütüphane maceramın, güzel kütüphanecilerle ilgilenmeye fırsat bulamayacağım bir eziyete dönüşeceğini öngördüm. Aslında “belli” bir çalışma saatleri olsa da, başka bir çalışma düzeninden gelen ve şirket için günde on iki saat çalışan bendeniz için belirsiz bir çalışma düzenine sahiplerdi. İki buçukta kütüphanelerin kapanmasını anlamam mümkün değildi örneğin. Daha ilginci, kaldığım üç haftalık sürede bile, grev nedeniyle bütün resmi dairelerin kapandığını gördüm iki kere. Ama dahası da var. Ulusal gün olarak kabul edilen 28 Ekim resmi tatil. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok elbette. Bir gün öncenin yarım gün tatil olması da değil anlayamadığım. Ama bu yarım günlük tatilin öğleden sonra değil de öğleden önce başlatılmasını anlayamadım. Öğleden sonra zaten çalışmadıklarından, yarım gün tatili, öğleden öncenin yarısından başlatıyorlardı. Daha bitmedi. Ulusal günün dışında, 17 Kasım’da bu kez yalnızca üniversiteler tatil. Darbecilerden ve diktatörlükten kurtuluşu simgeleyen anlamlı bir gün olduğunu da öğrendim ve garipsemedim bu durumu. Üniversite öğrencileri başta olmak üzere halk, diktatörlüğe karşı büyük bir gösteri yapıyor hâlâ, otuz yıl sonra bile. Yağmur altında yürüyen yüz binden fazla insanı görünce, diktatörlükten kurtuluşun bir halk için ne anlama gelebileceğini anladım. Ama 17’sinde yürüyüş yapılacak diye bir gün önce üniversiteye bağlı her türlü binanın kapısına kilit vurulmasını anlayamadım. Daha sonra tanıştığım Yunan bir arkadaşım, “Yunan olduğum için gurur duymuyorum belki, ama halkın mücadelesi ile diktatörleri alaşağı edip hapse tıktığımız için gurur duyuyorum” dediğinde bile bununla, üniversite kütüphanelerinin kapatılması arasındaki ilişkiyi kurmakta güçlük çektim.

Velhasıl hem benim Yunanistan’ı gezme önceliğim hem de onların çalışma düzeni yüzünden epey gecikti kütüphane işlerim.

Nihayet bir kütüphaneyi açık bulabildiğim boş bir zamanımda, kamu hukuku kütüphanesindeki bilgisayardan kaynak araştırması yaptım ve diğer kütüphanelerden edinebileceğim kitapları not ettim bir kenara. Hangi kitabın hangi kütüphanede olduğunu da yazdım tabi listeme. Bilgisayardaki kataloğa güvenerek, Helmut Steinberger’in Models of Constitutional Jurisdiction kitabını uluslararası hukuk kütüphanesinde bulunabileceğimi düşünüyordum örneğin. Listemde bu kitabın karşısında uluslararası hukuk kütüphanesi notunu düştüm.

Kaynak araştırması çalışmam zorlu geçmedi. Kütüphane görevlisi kızın da katkısıyla… Hem maddî hem manevî katkısı… Yunan alfabesinin bana yabancı alfaları betaları arasından usulca süzülüp Latin alfabesinin a’sının b’sinin tanıdıklığına çıkmam konusundaki yardımlarıyla işimi ne kadar kolaylaştırdı ise, kapkara ve koskocaman gözlerini gözlerime dikip gülümsemesiyle, çalışırken hoş vakit geçirmemi de o kadar sağladı. Ve sanırım, kullandığım bilgisayardan internete bağlanıp e-maillerimi kontrol etmeme de, bilerek yumdu o kara gözlerini. Böylece sırdaşlığın getirdiği heyecanı paylaşmamızı da o sağladı. Daha sonra atılacak herhangi bir adım için vaat de taşıyordu bu davranışı. Bunu sezecek kadar tanıyorum kadınları ve kütüphane olanaklarını…

Kütüphanedeki Kadınlar (I. kısım)


I.

İonnis’in İrini’ye ilgisinden haberdar değildim daha.


II.

Kütüphanecilere karşı ezelden zaafım olduğunu inkâr edecek değilim. Kitaplara ve kütüphaneye duyulan bir zaaftan söz etmiyorum. Düpedüz kütüphanecilere duyulan ilgiden söz ediyorum. Ömürlerini ahşap ve kâğıt arasında geçirmeye nasıl karar verdiklerini merak ederim. Hele de genç ve güzellerse… Gerçi kütüphaneci deyince, kimsenin aklında genç ve güzel bir kadın canlanmadığının farkındayım. Genelde hafif kamburu çıkmış, saçları dökülmüş, gözlüklerinin üzerinden bakan, hastalıklı, huysuz bir ihtiyar gelir kütüphaneci deyince akla. En iyi ihtimal tombulca bir teyze… Hikâyeye eril bir giriş yaptığımın da farkındayım. Ama kütüphanecilere olan zaafımı inkâr edemeyeceğimi anlatmaya başlamıştım. Genç ve güzel kütüphanecilere olan ilgimi niye inkâr edeyim ki?

Sessizliğin hâkim olduğu ortamlardır kütüphaneler. Dudaklar ya fısıldaşmak için ya da okunulan kitabı kendi kendine tekrar etmek için belli belirsiz kıpırdatılır. Böylece gözler önem kazanır. Uzun süre bir masanın üzerine kapanıp kendi kendine kitaplarını okuyanların, sıkılınca yapabilecek tek şey vardır kütüphanede: Sağlarına sollarına bakınmak… Kütüphaneler kafalarını önlerindeki kitaplara gömenlerle dolu olduğu kadar, aval aval çevrelerindekileri izleyenlerle de doludur. Üstelik kendinizi önünüzdeki kitaba ne kadar kaptırmış olursanız olun, tık tıklayarak ilerleyen ve üzerinde taşıdığı bir çift bacağı hayal etmekten kendinizi alamadığınız topuk sesine kayıtsız kalabileceğiniz son yerdir kütüphane. Ya da yanınızdan hafif bir rüzgâr gibi esip geçiveren parfüm kokusuna… Bence daha önemlisi, takırdaya tokurdaya yürüyen o bir çift bacağa korkusuzca bakma şansına da sahipsinizdir, iki nedenden dolayı. Birincisi, muhtemelen çevrenizdeki herkes, sizin gibi o ayakkabıların sahibi olan bacaklara dikmiştir gözlerini. Yani korkmayın, kimse sizi fark etmez. İkincisi, eğer es kaza birisinin sizi fark edeceğini düşünüyorsanız, düştüğünüz durumu –çok nahoştur o durum evet- kurtarma olanağına sahipsinizdir. Şöyle; ayakkabıların sahibi olan bacaklara, onları arzular gibi değil, “nadide çalışma ortamımı bozan bu sesler de neyin nesi?” der gibi bakarsanız, durumu lehinize çevirmeniz bile mümkündür.

Bu ve benzeri nedenlerden dikkatleri dağalan ve etraflarını izlemeye başlayan kütüphane “sakinleri”nin –‘apartman’la oluşturduğu belirtisiz isim tamlamasından ziyade, ‘kütüphane’ ile oluşturduğu belirtisiz isim tamlaması daha yakışık almıyor mu ‘sakin’ kelimesinin? Ömrü boyunca bir tek “apartman sakini” ile tanışan var mıdır allah aşkına?- önce birbirlerinden kaçırdıkları gözleri, pencereden kitaplara, kitaplardan masalara ve sandalyelere, e sonra da haliyle o sandalyelerde oturanlara kayar. Eğer hoş bir tesadüf sonucu, gözler karşılıklı birbirine kaydıysa ne âlâ..! Ben kendi adıma bu hoş tesadüfün karşı cinsle gerçekleşmesini “âlâ” kabul ediyorum.

Tabi benim açımdan itiraf edilmesi gereken bir başka gerçek de şu ki, bu hoş tesadüfün her zaman “tesadüf” olduğunu söylemek doğru olmaz. Zira bizzat kendi çabam ve emeğim sonucu elde ettiğim o bir iki saniyelik bakışmaları tesadüf diye geçiştirmek hakkımı yemek olur.

Bu çaba ve emeği, çokluk –eğer mümkünse tabi-, genç ve güzel kütüphane görevlisine yöneltmemin de nedenleri var. Kütüphanede canı en çok sıkılan, çünkü burada en çok zaman geçiren kişiler kütüphane görevlileridir her şeyden önce. Kütüphanenin bakışmak konusunda sunduğu fırsatların da herkesten fazla farkında olduklarını sanıyorum. Üstelik karşı masada oturup dersini çalışan güzelle tanışmak için binbir takla atmak gerekirken, kütüphane görevlisi kızla tanışmak için vesile yaratmanıza bile gerek yoktur. Onun kütüphanede görevli olması, sizin de kütüphanede çalışmak üzere gelmiş olmanız yeter vesiledir.

Bunca uğraştıktan sonra, kütüphanelerin “kösnül” yerler olabilecekleri fikrini uyandırmayı becerebildiğimi umuyorum.

Şimdi tersten, daha doğrusu düzden ve normalden bakabiliriz meseleye…


III.

Kütüphaneci olmaya nasıl karar vermişlerdir? Gerçi kim ne zaman ve nasıl karar veriyor ne olacağına? Ve üstelik kim karar verdiği “şey” olabiliyor? Otobüs şoförü olmaya karar vermiştim uzun zaman önce. Ve evli olmamaya… Büyük bir şirketin hukuk bürosunda çalışıyor olmam bir tarafa, üstelik evliyim! Hem de bu ikinci evliliğim. Oysa boşanmış olmamaya da karar vermiştim bir zamanlar. Dahası var; zengin olmaya karar vermiştim örneğin. Bakmayın, büyük şirkette çalışıyorum dediğime. Şirketin sahibinin oğluyum da demedim ya… Sonra sırasıyla maceracı, çalışkan ve tembel olmaya karar vermişliğim var. Mütemadiyen huzurlu olmaya da karar veririm hâlâ.

Kişisel zikzakları ve derin meseleleri bıraksak, dünyevi gerçekler var. Genelde bir şey olmaya karar verilmez. “Adam” olunsun diye arkadan itelenir. Bazen dümdüz ilerlenir, bazen bir uçuruma düşülür. İtelemeyle adam olunduğu da, yukarılara çıkıldığı da vaki değildir. Adam olanlar, ya en başından arkalarından itekletmeyenler ya da bir yerlerde ayak direyenlerdir. Zira zaten, böylelerinin adam olmak tanımları, kendilerini iteleyenlerden farklıdır. Bir liste dolusu şey olmaya karar vermişliğime bakarak, ayak direyemediğim, adam da olmadığım sonucunu çıkarmanıza bozulmuyorum. Benim bozulduğum, adam olacağım umuduyla, bugüne kadar arkadan ittirilmeyi kabul etmiş olmam. Adam sayılacağımı düşünerek, kütüphaneci güzel genç kızlara olan ilgimi itiraf etmeyi bu kadar geciktirmeyi marifet bilmemdir bozulduğum.

Kütüphaneci güzel genç kızlar da kendileri karar vermezler herhalde kütüphaneci olmaya. Kütüphaneci olmak bir lütuf da değildir zaten. Ya da şöyle söyleyeyim, kütüphaneci olmak karar verilecek bir şey değildir. Hasbelkader kütüphaneci olunur. En azından buradan bakılınca öyle görünüyor. Kütüphaneci olmak için yanıp tutuşan kimseyle tanışmadığım gibi, çevresindeki gençlere kütüphaneci olmalarını salık veren kütüphaneciye de rastlamadım. Daha ilginç bir tespitimi de paylaşacağım sizinle. Beklenenin aksine, kitaplar için yanıp tutuşan bir kütüphaneciye de rastlamadım. Evvelce kitapları çok severlerdi de, her gün içiçe olunca mı sırrını yitirdi kitaplar onlar için, yoksa hiç mi olmadı o ateş içlerinde bilmem. Bildiğim ve dahi görüp tecrübe ettiğim, kütüphanecilerin kitaplara mesafeli olduklarıdır. Hak vermiyor da değilim bir taraftan… Patlıcanı şunca seven, insanoğlunun dünyaya yeni yeni patlıcan yemekleri yapmak üzere geldiğini savunan ve işi patlıcan enstitüsü kurulmasını önermeye kadar vardıran bendeniz, üst üste üç gün patlıcan yesem, dördüncü gün en azından bir ara vermek isterim bu duruma. Hiç ara vermeden günler, haftalar, aylar, yıllar boyunca, çok sevseniz dahi, kitaplarla birlikte olmak… Öğrenciliğimde amatör bir derginin yayım faaliyetine katılmışlığım vardır. Bir hafta kadar bu işle uğraştıktan sonra rüyalarımda kâğıt desteleri gördüğümü anımsıyorum.

Kütüphanecileri kitaplardan uzaklaştıran, herhal, bu kanıksamışlıktır.

Bir de kitap sevmek başka şey, kütüphanede çalışmak başka şey canım. Hiç patlıcan yemekleri lokantası açmayı düşünmedim misal. Kütüphanecilik dediğin, öğretmenlik doktorluk gibi bir meslek nihayetinde… Hastaları ya da hastalıkları sevdiği için doktor olmaz ki insan…

Olsa olsa kütüphaneci “de” olunabileceğini düşünür, o kadar. Ya da hayat böyle bir seçeneği dayattığında, aksi yönde tercihte bulunmasına neden olacak unsurları gözden geçirir. Yani doğalı, bu seçeneği kabul etmektir de, reddetmek için özel bir sebep bulmalıdır. Yorucu desen yorucu değil, parası az desen –gerçi bilmiyorum maaşlarını da- diğer masa başı çalışanlarından da az olacak değil ya… Siniri stresi yok üstüne. Dırdır edeni yok; zira bizatihi dırdır edilmemesi için kurgulanmış bir mekân. Üstelik bildiğim kadarıyla, özelleştirme tehlikesinden uzakta kalan müstesna bir alandır kütüphanecilik. Piyasa kurallarına göre, kâr-zarar ilkesine göre çalışmaz ki kütüphane. Sahibi açısından son derece pahalı, kullanıcısı içinse bedava olan bir hizmettir. Sağlık hizmeti bile parayla alınıp satılırken, bütün kütüphanelerden yararlanmak ücretsizdir. Kitap ödünç almak istemiyorsanız, kimse sormaz bile nereden gelip nereye gittiğinizi… Hangi sermaye grubu böyle bir işe talip olur? “Özel” eğitim kurumlarının kütüphaneleri bile “kamusal”dır aslında. Özelleştirme yoksa iş kaybı korkusu da yoktur. Kitap kaybetmeyin yeter ki…

Böylelikle, kütüphaneci olmamaya karar veremez insan. Kütüphaneciler, kütüphaneci olmamaya karar verememiş olanlardır. Edilgenlik ruhunda vardır mesleğin; belki de bu yüzden.

Bisiklet (II. kısım)


V.
Irak’tan getirdiydi babası bisikletini Uğur’un. Kırmızı, fiyakalı… O kadar küçüktü ki Uğur bisiklet geldiğinde, bırak bisiklete binmeyi, bisiklet diyemiyordu daha.
Uğur, bisikleti kullanacak yaşa geldiğinde de pek çok sözcüğü söyleyemiyordu gerçi. Hatta Uğur bütün sözcükleri söyleyebilecek yaşa geldiğinde de söyleyemiyordu istediği sözcükleri. Azad değildi ki sözcükler, Uğur onları söylesin, “azadi” desin. O yüzden derdi de değildi Uğur’un bisiklete “yabancı” dillerde ne dendiği. İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Yunanca… Türkçe..?
İnsan diliyle söyleyemediğini kullanamayacak değil ya… Eskişehir’de kaç yaşında öğreniliyorsa bisiklete binmek, Mardin’de o yaşta öğrendi Uğur da. Mardin’in yaz sıcağı geri kalmasa da Eskişehir’den, öyle kaldırımla gölge boyu ölçüştürecek apartmanda oturmadıklarından zaman hesabı yapmazdı ama Uğur. Bir de güneşten korunmak, yağmurdan sakınmak âdetten olmadığından… Kafasına eserse atlar bisikletine çıkardı dışarı. İki şey engelleyebilirdi bu başına buyrukluğu: Babasından korkardı, çekinirdi birincisi. Onun olduğu zamanlarda o kadar da kolay olmazdı bırakıp çıkışı. İkincisi, çekinmese de korkmasa da asker yasaklardı sokağa çıkmayı. Kimseyi üzmemek için feragat ederdi dışarı çıkma özgürlüğünden. Bu askerler neden keserler yolları, sokakları? Kızıltepe’den Irak sınırına bir saatlik yolu, neden yarım günde, bazı bazı tam bir günde alamaz da babası, yanına erkenden varamazdı?

VI.
Zamanı gölgeyle değil saatle ölçmeyi öğrenince mi biter çocukluk? Yoksa küstükten sonra barışmayı beceremediğinde mi? Küslüğün boyu saati de günü haftayı da aştığında, ta yıllara vardığında mı? Oyunun tadı kaçtığında mı?
Abisi askere giderken küsmüştü. Mızıkçılık yaptığını, kaçtığını sanmıştı. Küsse küsse bir minare gölgesi boyu kadar sürerdi bu küskünlüğü abisi dönse gelse… Abisi dönse gelse… Abisi askerde ölmese, böyle bir ömür sürmezdi küslüğü. Abisinin öldüğüne değil, dönmediğine kızdı yıllar boyu. Sonra barışmayı unuttu. Savaşmayı öğrenince mi biter çocukluk? Ölümü öğrenince mi? Yaşamın tadı kaçtığında mı?
Çocukluk etmedi. Çocukluğu bitti.
Çocuk olmayınca artık o da askere gitti.
Acemilik dedikleri de ne ilginç… Bir arkadaşı olmuştu üniversitede, “her acının kiracısı”; “her yaşamın acemisi”… Çok severdi arkadaşını, abisi gibi vakitsiz ölmeyeydi. Acemiliğin iyi bir şey olarak görülmediğini ondan öğrenmişti. Acemilik atlatılması gereken bir süreçti. Öyle hayat boyu acemi kalınmazdı. Zaten hayat anlardı öylelerini, çabuk biterdi. Bisiklete binmeyi öğrenmek gibiydi hayat. Önceleri, acemiyken düşer kalkarsın. Ama bir kere öğrendin mi, düşmene bile izin vermezler ki… Senin canın acıdıkça, etraftakiler daha çok güler. Büyük adamlar bisikletten düşmez. Düşeceksen acemilikte…
Askerliğinin acemiliğinde hiç “düşmedi”. Düşünmedi de. Abisini… Onunla küseli çok olmuştu. Ama sonra, barışabileceğini anladı abisiyle. Küs olsalar da, konuşamasalar da barışabileceklerini görmüştü insanların çünkü.

VII.
Şırnak’la Mardin arasındaki bir askeri karakola vermişlerdi onu acemilikten sonra. Gabar’ın metrekaresini ezber etmiş, Kasrik’in kasvetinden ürpermişti.
Yakın bir karakola yapılan terörist saldırı üzerine olay yerine sevk edilen ekibin içerisindeydi. Kasrik’te onlara da pusu varmış meğer… Teröristlerle sıcak temasa girmişlerdi. İlk temas sonrası iki şehit vardı. Terörist grup, ekibi ikiye ayırmış, iki askerin vurulduğu tarafı zorladıkça zorluyordu. Sonradan anladılar ki, bir de yaralı asker vardı o tarafta ve vuruşa vuruşa teröristlerden uzaklaşmaya çalışıyordu. Beri taraftaki ekip olarak onlar da takibe başladılar. O sayede yaralı asker kendini civardaki bir eve atmıştı atmasına ya, terörist grup da evi ablukaya almış santim de gerilemiyordu artık. Telsiz konuşmaları vs. derken, zavallı askerin sığındığı evin örgüt sempatizanı bir ailenin evi olduğu bilgisi ulaşmıştı. Gencecik bir asker daha teröristlerin elindeydi işte.
Ama sonra öyle olmadığı anlaşıldı. Sempatizan aile evine sığınan yaralı askeri, sempati duyduğu örgüt üyelerine vermemişti. Eve sığınan, o evin namusuydu ya artık. Terörist grup Gabar’a doğru uzaklaşırken, evin reisi, kucakladığı askeri getirip onlara teslim etti.
Sonradan duydu ki, o evden iki genç delikanlı da gidip örgüte katılmış.
Konuşmasalar da, küs olsalar da, birbirlerine silah atsalar da barışırdı insanlar. Abisiyle barıştı.

VIII.
Sokağa çıkmak yine eskiden olduğu gibi yasak olaydı; bisiklete binmeyi daha yürümeyi öğrenmeden öğrenmeyeydi Uğur; ya da bisiklet bu kadar evrensel, bu kadar güzel olmayaydı; ya da “kazık kadar” olduğu halde “uğruna ölecek kadar” sevmeyeydi Uğur bisikleti; “uğruna ölünecek” bu kadar çok, bu kadar kutsal bir şey olmayaydı ya da bisiklet dışında…
Şöyle oldu dediler:
Okuldan döndükten sonra bisikletiyle Kızıltepe’nin altını üstüne getirdi yine Uğur. Kimisi Mardin’e kadar gidip geldiğini de söylüyor o gün. O yokuşu bisikletle nasıl çıktıysa artık… Gerçi olmaz da değil. Babasının dönüşünü beklerken çok gidip gelmişliği vardı Mardin’e. Eski Mardin’e geçip, dünyada belki de yalnızca burada karada da oluşan ufuk çizgisine bakardı. O ufuk çizgisinden daha yakın olurdu babası, bilirdi. Şu karşıki ışıklar Suriye… Biraz da ilerlesen Nusaybin, Cizre derken, bir bakmışsın Irak sınırındasın…
Mardin’in taşı bağrına basardı Uğur’u. Mardin’in taş bağrından, karşıdaki uçsuz bucaksız ovaya tek bir ses yayılırdı yaz mevsiminde: Çocuk sesi! Bütün bir kent, taş keser gibi çocuk sesine keserdi sanki… O taş evlerin arasında çığlık çığlığa oynaşan Mardin çocuklarının sesleri, taşlara çarpıp önce ovaya bakan Uğur’a ulaşır; ardından da tüm ovaya yayılırdı. Bisikletin İngilizce’sini, Almanca’sını bilmezlerdi bu çocuklar ya, Kürtçe’sini, Arapça’sını, Süryanice’sini birbirlerinden öğreniverirlerdi.
Ova… Öyle bir uçsuz bucaksızlık kaplardı ki ruhunu … Denize bakar gibi ama farklı… Deniz görmüşlüğü de yoktu zaten ya, “sudan” bir gerçeklik denizinki, ama bu karşısındaki toprak! Ve o toprağın ortasına bir bıçak gibi saplanmış kayalığın tepesinden bakardı ovaya. Denizden daha gerçek …
Mardin’e bisikletle gitmekliği olmaz değildi yani. Hava hafiften kararmaya yüz tuttuğunda, Porsuk kenarında bisiklete binme vaktini güneşle gölgeyle hesap edenler artık evlerine dağılmaya başladıklarında, Uğur da evine dönmüştü Kızıltepe’de.
Yemek hazır… Olmayaydı… Bağdaş kurulup sofraya çökülmüş, babası nerede kaldın diye söylenir… Söylenmeyeydi… Alelacele geçti içeri Uğur. Acele etmeyeydi… Yine de unutur muydu bisikleti kapıda, hem de babasının ekmek teknesinin yanı başında? Her işi acele …
Bisikleti hatırlayınca sofradan da apar topar kalktı. Babası da peşinden… Ne yapar bu çocuk, nedir derdi, nedir bu bisiklet sevdası…
Dışarı çıkarken kapı eşiğindeki bir terliği geçirivermişti Uğur ayağına, babası da kundurasının topuğuna basıp terlik yapmıştı kendisine…

VIII.
İlk kurşunun hangisine saplandığını otopsi raporları da belirleyemedi. Otopsi raporlarının belirlediği, on üç yaşındaki Uğur’a on bir tane kurşun saplandığı idi. Bir o kadar da babasına… Gazeteler bir müddet cesedin yanındaki kalaşnikoftan söz ettiler. Bazı gazeteler de ayağındaki terliklerden… Az ötedeki bisikletten söz eden olmadı. Abisini kaybetmiş ve barışmayı kafaya koyan bir “acemi” dışında…