IX.
Kamu hukuku kütüphanesindeki araştırma faaliyetimden birkaç gün sonra gittim uluslararası hukuk kütüphanesine. Sina Caddesi 14 numarada, üçüncü katta bir apartman dairesi… Kütüphaneden hiç beklenmeyecek bir gıcırtıyla açılıyor kapısı. Oysa ne kadar basittir kapı gıcırtısının çaresi... Bu gıcırtı öyle bir haftanın iki haftanın işi gibi durmuyor ama. Sanırsın ki bin yıl öncesinden geliyor kapının sesi. Kapıyı geçtim, kapının ahşabı ses veriyor henüz genç bir ağaç olduğu dönemlerinden. Kim bilir belki, ağacın yüz yıl önceki dalları, rüzgârda sallandıkça gıcırdıyor… Böyle bir gıcırtının başka ne nedeni olabilir? Ya çalışanlar bundan rahatsız olmayacak kadar alakasızdırlar çalıştıkları yere, ya özel bir tercihin sonucu olarak engellenmiyordur gıcırtı, ya da gerçekten kapı dile gelmiştir de, ne yapılsa çare bulunamıyordur. Kapıdan girildiği anda, burada kütüphane sessizliği olmadığı anlaşılıyor zaten. Gürültülü olduğundan değil, kütüphane sessizliği olmadığından… Gürültülü olmasına gürültülü denilebilir gerçi. Her şeyden önce kentin en işlek trafiğine sahip caddelerinden birine bakıyor ana penceresi. Amma yaptınız, bunu dert edinip pencereleri kapatacak değiller ya, sırf kütüphane diye burası… Sonra sık sık çalan telefonlar, hararetli hararetli yapılan konuşmalar… Kütüphanelere özgü bir sessizlik vaat etmiyor bu mekân ilk andan itibaren. Höpürdeterek içilen kahveler, hatta yalnızca ev hanımlarının aralarında düzenledikleri altın günlerinde duyulabileceğini düşündüğüm kahkahalar ara sıra… Bir altın günü misafirliği ile seyahat acentası arasında bir yer…
Bir dili bilmiyorsanız, istemeseniz de nazik oluveriyorsunuz o dili bilenler karşısında. Anında hiyerarşik bir kademe yaratıyor dil, bilenler ve bilmeyenler arasında. Kendi dilinizdeki hoyratlığınızı, hovardalığınızı gösteremiyorsunuz bilmediğiniz bir dili konuşanların karşısında. Onları anlama ve kendinizi anlatma çabanız engelliyor kabalaşmanızı. Anlamaya çalışma çabası, kabalık sorununun en etkili çözümü… Anlayışlı olmakla nazik olmayı o yüzden karıştırıyorum sık sık.
Anadillerini konuşamadığım bu insanlar karşısında olanca nezaketimi takınarak, bir iki gün önce hazırlamış olduğum kitap listesini göstererek, Steinberger’in burada bulmayı umduğum Models of Constitutional Jurisdiction adlı kitabını işaret ettim. Gözlüklerinin üzerinden bakan, halini hatırını sorsanız bile bağırmaya başlayacakmış gibi duran görevli kadın, hışımla aldı elimden listeyi. Kocası sipariş listesindeki bir iki siparişi almayı unutmuş da, onun elinden sipariş listesini “ver şunu bana” deyip alıyormuşçasına… Sabah erken uyandığına, oğlunu bakıcıya teslim edip işe geldiğine, trafiğin sıkışıklığına, havadaki nem oranına, radyodaki programa telefonla katılan bir dinleyiciye, gazetedeki habere, karşıdaki camekânlı odada somurta somurta sabah kahvesini içen müdürüne duyduğu kızgınlıkla bakıyordu bana. Oysa eğer bir kadın, sabah sabah neden işe gelmek zorunda kaldığını sorgulamaya başladıysa, bu sebeplerden bir tanesinin yarattığı kızgınlıkla bile baş edebilmek mümkün değildir.
Normalde kütüphaneye gidip bir kitap sorduğunuzda, kütüphane görevlisinin yapması gereken işlemler basittir. Eğer mümkünse bilgisayardaki katalogdan, -her kütüphanede bu “üstün” teknolojiyi bekleyemeyeceğinize göre- mümkün değilse eski usul çekmeceli karton kataloglardan aradığınız kitabın kayıt numarasını bulmak ve bu numaranın olduğu kitaplar bölümüne gidip bir iki kitabın numarasına baktıktan sonra aradığınız kitabı çıkartıp size vermek… İzlemesi gayet eğlenceli, kitabın yerinde olmayabileceğini de göz önüne alırsak heyecanlı bir süreç… Eğer kütüphane açık raf sistemiyle çalışıyorsa siz de görevliyle kitap raflarının arasına dalabilirsiniz tabi. Böylece, işin sorumluluğunu onun sırtına yükleyip, çevrenizdeki kitapları izlemenin tadını da çıkartırsınız bir taraftan. Eğer kütüphane görevlisi, hayattaki varoluşunu her sabah yeni baştan sorgulayıp bundan olumsuz sonuçlar çıkaran bu kadın gibi değil de, tatlı dilli, ince belli, çapkın bakışlı bir genç kızsa uzamasını bile istersiniz bu sürecin.
Kendisi zaten bende bir heyecan uyandırmayan görevli, kitabı katalogdan ve raflardan arama sürecinin heyecanını da esirgedi benden. Sanırım iki ya da üç saniye baktı listedeki kitabın ismine, kafasını kaldırmaya gerek duymadan yalnızca gözlerini dikerek bu kitap burada yok deyip kestirip attı. Kendimi eğlenceli bir sürece hazırladığımdan değil belki ama bu kadar kısa kestirilip atılmayı da beklemediğimden, elimde liste, gayet anlamsız bir şekilde masasının önünde dikilip kaldım. Ağzından çıkan son kelimeyle birlikte, masasının üzerindeki kâğıt tomarına dönmüştü bile o. Ya da evdeki oğlunu düşünmeye… O kadar kısa sürede olup bitmişti ki her şey, ben hâlâ kadının, elimdeki kitap listesine kocasına sipariş ettiği pazar listesi gözüyle bakmış olabileceğini düşünüyordum. Ben ondan bir şey istemiyormuşum da, o elime bir kâğıt tutuşturup, hadi git bunları al gel deyip, işine dönmüş gibi…
Eğer tam o sırada kütüphanede çalışan diğer görevli gelmeseydi, bekleyişimin anlamsızlığı çıplak gözle görünür hale gelecekti.
X.
Ya buraya hiçbir yerden gelmemiş olanlar…
Onların yaşadığı da bir travmadır. İlginç ama azınlıktırlar her şeyden önce. Yabancı bir düşman tarafından değil, aynı kimliği taşıdıkları insanlar tarafından işgal edilmiştir toprakları. Elden mi ilden mi olduklarını kestiremedikleri insanlarla ortak bir yaşam kurmaları beklenmektedir onlardan. Hem de şimdiye kadar belki daha çok önemsedikleri bazı simgeler, yeni gelenlerin hatırına yenileriyle değiştirilerek… Yeni gelenlerin getirdikleri suçtan korkarlar ve kendi halklarından korktukları için bir utanç taşırlar içlerinde. İdeolojik olarak oluşturulmaya çalışılan ortak kimlik bir tarafa, yeni gelenlere güvenebileceklerini anlamalarını sağlayacak bir olaya ihtiyaç vardır.
Neyse ki, Yunanistan tarihi, o fırsatı bir iki kere tanımış bu biçarelere. Küçük Asya felaketine, daha evvelden gelmiş olanlarla birlikte ağlamışlar. Sonra İkinci Dünya Harbi’nde birlikte direnip, işgale birlikte boyun eğmişler. Nihayet diktatörlüğü görüp, birlikte alaşağı etmişler. Düğümün, İskender’le çözemedikleri kısmını, bu felaketlere birlikte göğüs germiş olmak çözmüş. Faşizme ve diktatörlüğe birlikte direnmek kadar güçlü bir ortak kimlik bulunabilir mi halklar için? Hiçbir ideolojik dez/enformasyonun yaratamadığı bir yoldaşlık yaratır, birlikte direnme duygusu…
17 Kasım’ı bir örgütün ismi sanırdım.
Tanıdığım hemen herkes, aman o gün sokağa çıkayım deme diye uyardı beni. Otuz yıl önce 17 Kasım’ın yaşandığı, diktatörlüğe karşı direnişin simgesi olan Politeknik Üniversite, kaldığım otelin arkasındaki caddenin üzerinde… Gidip görmeye çekinsem de, seslerden kalabalığın boyutunu anlamamak mümkün mü?
Kalkıp uzaktan izlemeye gittim. Bir insan seliyle birlikte, üniversitenin avlusunda buldum kendimi. Otuz yıl önce askeri diktaya direnen öğrenciler üniversitenin avlusunda bekleşirlerken, bir tank önce demir parmaklıklı kapıyı ve bahçe duvarını, sonra öğrencileri ezip, sonunda da gidip üniversite binasına çarpmış. Çok sayıda ağır yaralının yanında bir öğrenci de yaşamını yitirmiş oracıkta. Kısa süre sonra cuntacıları koltuklarından indirip yargılayan halk, 17 Kasım’ı da simge kabul etmiş kendisine. Tankın parçaladığı demir kapı hâlâ üniversite bahçesinde duruyor. Diktatörlük kapısını bir daha açılmamak üzere kapatmanın, yaralı ama sağlam bir belgesi olarak… Üniversite öğrencisinin can verdiği yere, boylu boyunca uzanan kocaman bir öğrenci heykeli yapmışlar. Ağlıyor gibi heykel ya da gülüyor gibi… Diktatörlükten acılarla da olsa kurtulmanın yarattığı ruh hali gibi, ikircikli… Çiçek ve çelenklerden, heykeli görebilmek neredeyse mümkün değil ama bugün. Olası diktatörlük girişimlerine direnme azimlerini gösteren üniversite öğrencileri, otuz yıl öncesini acıyla hatırlayan orta yaş üstü kadınlar erkekler, ellerinden tuttukları anne babalarından bu kalabalığın nedenini öğrenip kavramaya çalışan, diktatörlüğün kötü olduğunu öncelikle akıllarında tutmaları gerektiğini sezen küçük çocuklar… Yunanistan’a geldiğimden beri gördüğüm en şiddetli ve kararlı yağmurun altında, bir ölümü anmıyorlar, bir zaferi kutluyor. Adına zafer dendiği için zafer olmayan bir zafer…
Yirmili yaşlarının sonlarında bir genç kız çekti dikkatimi. Ötekilerden farklı bir saygı ve sahiplenişle duruyordu heykelin yanında. Herkesin üstüne düşen yağmur onun üstüne düşmüyor, herkesin dilindeki marşlar, türküler onun kulağına ulaşmıyor, herkesin gördüğü kalabalık ona değmiyor gibi… Üzgün değil, hüzünlü değil, gururlu değil… Anmaya ya da kutlamaya değil, elindeki çiçekle sevgilisiyle buluşmaya gelmiş gibi… Otuz yıl önceden gelmiş gibi… O heykelin simgelediği öğrencinin otuz yıl evvelki sevgilisiymiş gibi…
Eğilip elindeki çiçeği bıraktığını gördüm. Yere bıraktığı bir demet kırmızı karanfilden bir tanesini koparıp, yakasına taktı. Onun da bu hengâme için geldiğine o zaman ayabildim ancak. O kalabalıkta ve gürültüde, yanında olsam dahi ne dediğini duyamayacağım, duysam dahi anlayamayacağım bir şeyler mırıldandı heykele bakıp. Özür diler gibi…
Dilediği özürse eğer, bu özürle yeni bir renge büründü. O herkese uzaklığı gitti, kalabalığın arasına karıştı. Islandı, dokundu ve bir marş dolandı diline. Arınmış gibi…
Yüzyılın başındaki kendi halklarından olan göçmenlere mesafeli durdukları için kendilerini suçlu ve mahcup hisseden “yerli” Yunanlılar, direnişin yarattığı ortak kimlikle nasıl kurtuldularsa bu duygudan, heykelden özür dileyip o da ortak oldu direnişe sanki.
Nereden bilebilirdim, otuz yıl önce bu kapıyı parçalayan, bu öğrenciyi öldüren tankın içindeki iki askerden birinin kızı olduğunu? Olaydan bir buçuk yıl sonra dünyaya geldiğini ve ölen öğrenci erkek olmasına rağmen, babasının günahının bir simgesi olarak o öğrencinin adını taşıdığını… Kızına öldürdüğü öğrencinin adını verse de, devletine olan inancını yitirmediğinden yaptığı işin vahametini ilk yıllarda tam olarak anlayamayan bu adamcağızın yaşamını normal bir şekilde sürdürdüğünü ama kızı altı yedi yaşına gelip 17 Kasım’ı öğrendikçe, devletine olan inancı ve güveniyle açıklanamayacak bir hadiseye bulaştığını anladığını… Bundan sonra her gün içmecesine içkiye başladığı halde, son yirmi yıldır her 17 Kasım’da ağzına bir yudum içki koymadan kızını da yanına alıp sabahın erken saatlerinde kiliseye koşturduğunu ve bütün gününü orada geçirdiğini… Geçen mayıs ayında öldüğünü… Bu 17 Kasım töreninin yalnız benim için değil, ölen öğrencinin adını taşıyan bu genç kız için de ilk 17 Kasım töreni olduğunu… Babasının yirmi yıldır yapamadığını, onun ardından yaparak kendinden kaynaklanmayan mahcubiyetinden sıyrılma fırsatı bulduğunu… Nereden bilebilirdim..?
Heykele bir karanfil de ben koydum. Çocukluğumdan getirdiğim mahcubiyetimden sıyrıldım.